2019 yılı veya erken seçim kararı alınırsa, erken seçim tarihi, demokrasi için kritik bir eşiktir. Demokrasi kazanırsa, Türkiye sıçrar… Kaybederse yüz yıl geriye gider. Osmanlı’nın son dönemlerinin de gerisine düşer Çünkü artık siyasi iktidarın “Dava” dediği menzilin hangi menzil olduğu iyice gün yüzüne çıktı.
Kritik eşiği atlamak için, demokrasi talebi halktan gelmelidir. Bugüne kadar siyasi partilerde, parti içi demokrasi için halkın baskısı olmadı. Çünkü halk her dönemde ideolojik kamplaşma ve ayrışma içinde oldu.
Söz gelimi 1950-1960 arasında Vatan Cephesi vardı. 1960 sonrası ilerici-gerici ayırımı vardı. 1970 ve sonrası sağ-sol cepheleri oluşmuştu. 1980 sonrası demokrasiye evet diyenler, her türlü baskı altındaydı. Bugün de toplumun ikiye ayrıldığını hep birlikte yaşıyoruz. O kadar ki ABD Dışişleri Bakanlığı danışmanı John Stilides, “Türkiye bir daha bir araya gelemeyecek kadar bölündü” diyor.
Aslında siyasiler, siyasi alanda kullanabilmek için toplumu bilerek kamplaştırdılar. İdeolojik kamplaşma ve hizip duvarları halkın demokrasi talebini engelledi. İdeoloji ve hizip düşünmekten demokrasi düşünmeye yer kalmadı.
Daha önemlisi, toplum demokrasi bilmiyor. Gerçek demokrasiyi 1963 anayasası ile yaşayacak ve öğrenecekti. Ama imkân verilmedi, önce sağ-sol çatışması sonra 1980 darbesi demokrasi yolunu kapattı.
Demokrasi siyasi partilerin de işine gelmedi, ön seçim sakıncalı diye siyasi partiler ön seçim yapmadı. Aslında parti içi demokrasiye bir yerden başlanmış olsaydı, zamanla demokrasi kendi eksiklerini çözebilirdi. Başlanmadı… Çünkü parti liderleri kendi yerlerini sağlam tutabilmek için buna imkân vermediler.
Demokrasinin siyasetten sonra gelişebileceği yer, Üniversiteler olmalıydı. Ancak Üniversiteler bu alanda daha kötü örnek odular.
1960 yılında Türkiye’de dört-beş Üniversite ve bir o kadar da yüksekokul vardı. Darbe sonrasında, darbeye karşı olan 147 öğretim üyesi DP’ye yakın olduğu iddiası ile Üniversiteden atıldı. Bunların listesini kendi arkadaşları vermişti.
Bugünden farklı olarak o zamanki Üniversite rektörleri ve dekanların birçoğu olayı protesto etmek için görevlerinden istifa ettiler. Söz gelimi darbeden önce polis tarafından hırpalanan İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar da istifa eden rektörler arasındaydı.
1962 yılında çıkarılan bir yasayla 147’ler görevlerine iade edildi.
Yine 1980 darbesiyle de 1402’lik olan ve solcu oldukları için 148 öğretim üyesi görevinden uzaklaştırıldı. Bunlar da daha sonra geri döndüler.
Öğretim üyelerinin görevden uzaklaştırılması, Üniversitelerde eğitimi olumsuz etkiledi. Eğitim ve araştırmada kalite ve verimlilik düştü. Daha önemlisi, öğretim üyeleri pasifleşti ve bilim kaybetti.
Bugün üniversiteden atılanları, geçmiş darbelerle karşılaştırmak bile mümkün değildir. Atılanlar içinde Fetö örgütüne üye olanlar da var, solcu oldukları için bahane ile çıkarılanlar da var. Ancak bugün de darbeler döneminde olduğu gibi, ispiyoncular var. Liste yapanlar var.
1960 ve 1980 darbe mağdurlarını ispiyon edenler, sonra yine Üniversiteler tarafından dışlandılar. Bugün atılanlar için, yarın hayat ne yazar bilinmez. Ancak bugün de darbeler döneminde olduğu gibi yükseköğrenimde kaynaklar yerinde ve etkin olarak kullanılmıyor.
Dahası da var… Üniversiteler de rahat durmuyor… Bazı Üniversitelerde tuhaf işler oluyor.
Söz gelimi geçmişte Boğaziçi ve Bilgi Üniversiteleri, Ermeni Sempozyumunda taraflı davranarak kamuoyunun tepkisini çekmişti.
Üniversiteler milletin vergisiyle veya devletin verdiği imtiyazlarla kuruluyor. Yöneticilerin Üniversitelerin adını ve kaynaklarını istedikleri gibi kullanmak hakları yoktur. Eğer kullanırlarsa her şeyden önce görevi kötüye kullanmış olurlar.
Özet olarak, Üniversiteler demokrasi anlayışını yozlaştırmıyor, siyasi iktidar da bunu bahane bilip, insanları tasfiye ediyor… Demokrasi ve bilim kaybediyor.