2017 yıllık ortalama işsizlik oranı yüzde 10.9 olarak açıklandı. 2016 yılında da yine 10.9 olmuştu.
İşsizlik de enflasyon gibi kronikleşti.
2000 yılı:
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) ilan ettiği işsizlik oranı yüzde 6.5 idi.
İş aramayıp çalışmaya hazır olanları da katarsak, fiili işsizlik oranı yüzde 10.9 idi.
2017 yılı:
TÜİK’in açıkladığı işsizlik oranı yüzde 10.9.
Fiili işsizlik oranı yüzde 16.7.
Dünya ortalama işsizlik oranı yüzde 5.8.
İşsizlik oranı 2001 krizi ile 8.4 olmuştu. Ancak AKP hükümetleri döneminde bu artış önlenemedi ve çift rakamlara çıktı.
Neden böyle oldu? Özeti, Türkiye son on beş yıldır üretmiyor, ithal ediyor. Türkiye’de değil, ithal ettiğimiz ülkelerde istihdam yaratmış oluyoruz.
Buraya nasıl geldik?
2002-2007 dönemi dünyada bolluk dönemidir. Türkiye’ye cari açığın üstünde bol sıcak para girdi. Sıcak para kur baskısı yarattı. O kadar ki 2007 sonunda Merkez Bankası 2003/TÜFE bazlı reel kur endeksi 128’e yükselmişti. Yani TL kuru yüzde 28 oranında daha değerli idi.
TL’nin aşırı değer kazanması, suni olarak ithalatın aynı oranda daha ucuza gelmesi demektir. İçeride pamuk gibi ham madde ve iplik gibi ara malı üretmenin, ithalata oranla yüzde 28 daha pahalıya gelmesi demektir.
Bu şartlarda içeride ham madde ve ara malı üretimi durdu, fabrikalar kapandı. Üretimde yüzde 50’nin üstünde, ihracat malı üretiminde yüzde 70 dolayında ithal girdi kullanmaya başladık.
O yıllardan beri toplam ithalatımızın yüzde 73’ü ara malı ve ham madde ithalatından oluşuyor.
Bunun cezası cari açıktır. Ancak bol sıcak para devam ettiği için ve cari açık dış borca dönüştüğü için bugün bu sorunu hissetmiyoruz fakat geleceğimiz ipotek altına giriyor.
Üretimin dışa bağımlı bir yapı kazanması, en önemli yapısal sorundur. Bugün 2007 yılının aksine, TL değerli değil, MB reel kur endeksine göre döviz kuru yaklaşık yüzde 16 daha değerlidir. Türkiye’nin bu kronik yapıdan kurtulması gerekir. Ne var ki bu defa da OHAL olduğu ve ayrıca yatırımlara güven ortamı olmadığı için, kimse yatırım yapmıyor.
Elbette bu serüvenin temelinde, Türkiye’nin ekonomik bünyesine ve piyasa yapısına uymayan IMF’nin dalgalı kur politikası var. AKP hükümetleri bu politikanın yol açtığı sıcak para serabına kapıldı. Yapısal sorunları gündeme taşıyan, Nazım Ekren gibi gerçek iktisatçıları tasfiye ettiler.
Bu politikaların bizi getirdiği yer uçurumun kenarıdır. Çin’den yıllık ortalama ithalatımız 22-23 milyar dolardır. İhracatımız ise 2.5 milyar dolar kadardır. Yani her sene Çin’e karşı 20 milyardan fazla dış ticaret açığı veriyoruz.
Eğer Çin’den teknoloji satın alsak, yatırım malı ithal etsek, söylenecek laf kalmaz. Çünkü yatırım kendi açığını kapatır. Petrol ithal etsek, enerji ithal etsek mecburuz deriz. Maalesef Çin’den yalnızca incik-boncuk alıyoruz.
Çin’den ithal ettiğimiz ürünlerin başında telefon cihazları ve ses görüntüleri geliyor. Sonrasında sentetik filament ipliği, deri-köseleden bavul, evrak çantası, plastik eşya, mobilya, hazır giyim, bisiklet, skuter gibi ıvır zıvır mallar geliyor. Otomobil üretmekten önce Türkiye bu incik-boncuğu üretirse, dış açığı daha kolay kapatır.
ABD, Çin’le dış ticaretinde açığı kapamak için önlem alıyor! Biz neden almıyoruz? Almadığımız takdirde Çin’deki işçiye istihdam yaratmış oluyoruz.
Bugünkü hükümet, bu işlere bakacak bir anlayış içinde değildir. Sorun üretimde dışa bağımlı yapısal sorundur. Çözümü de içeride yatırımları artıracak yapısal reformlar yapmaktır. Bu reformlar insan hakları ve siyasi özgürlükler, demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanında olmalıdır. Siyasi iktidar bu reformları yapacak olsaydı, zaten bozmazdı.