KHK ile Devlet Üniversitelerinde rektör seçimi kaldırıldı. Ancak bunun için kimse fazla laf edemiyor. Çünkü bu güne kadar ne YÖK nede Cumhurbaşkanları öğretim üyelerinin oylarını tam olarak dikkate almadılar. Rektör seçimi için öğretim üyeleri boşuna oy veriyordu. Üstelik te dikkate alınmadığı için tepki doğuyordu. Yani sistem baştan sona yanlıştı. Şimdi kararname ile bu yanlış bir derece daha artırıldı.
Vakıf Üniversitelerinde de, rektörü Mütevelli heyet atıyor ve YÖK onaylıyor. Bir kaç kurumsal vakıf dışında, Mütevelli heyet dediğiniz de vakfı kuran, parasını veren bir kişinin tayin ettiklerinden oluşur. Yani vakıf Üniversitelerinde rektörü patron tayin ediyor. Patronun atadığı rektör kırmızı plakalı resmi araç kullanıyor.
Rektörlük seçimlerinin kaldırılacağı önceden belliydi. Hükümet üyelerinden birisi, Üniversitelere kim para veriyorsa, kim kaynak sağlıyorsa, atamayı da o yapmalıdır, demişti. Bu anlayış, siyasi iktidarları devletin patronu olarak görmek anlamına gelir… Gerçekte ise devlet kaynakları halkın malıdır ve siyasi iktidarlar bu malı geçici olarak yönetmek üzere seçilmişlerdir.
Yine Sayın Cumhurbaşkanı da daha önce Akademik yıl açılışında, Rektörlük seçimlerinin Üniversitelerde hizipleşmeleri artırdığını söylemişti.
Demokrasilerde gruplaşma ve hizipleşme olur. Ancak yapacakları ve tutumu daha çok taraf bulanlar kazanır. Demokrasi hizip yaratıyor diye kimse otokrasiye gitmez.
Rektörlük seçimlerinde asıl kulis ve hizipleşme, YÖK sıralaması ve Cumhurbaşkanın ataması sırasında ortaya çıkıyordu. YÖK ve cumhurbaşkanlığı nezdinde, aday karalaması ve ideolojik çatışma başlıyordu.
Öğretim üyeleri de maalesef dik durmadı. Öğretim üyelerinin demokrasiye en fazla inanan insanlar olması gerekir. Demokrasiye inanan bir öğretim üyesi, eğer kendinden daha fazla oy alan varsa, rektörlüğü kabul etmez. Ne yazık ki bu uygulamayı bu güne kadar az sayıda aday yaptı.
Tersine, özellikle son on yılda, bazı Üniversitelerde rektör aday adayları siz beni seçmezseniz de ‘’YÖK, Başbakan ve Cumhurbaşkanından icazet aldım ‘’ şeklinde kulisler yaparak, sistemi daha fazla yozlaştırdılar. Öğretim üyelerinden bu etki altında kalanlar oldu.
Bazı öğretim üyeleri, Üniversiteye en yararlı olacak ve proje üreten rektör adayını değil de, iktidara ve cumhurbaşkanına yakın olanlara oy verdi. ‘’Nasıl olsa bunlar atanacak… Benim tercihimin hiç bir önemi yoktur. ‘’ şeklinde düşündüler. Eğer YÖK ve Cumhurbaşkanları daha demokratik ve objektif olsaydı, bu tür kulisler yapılmazdı.
Özal ve Demirel genellikle adaylardan en çok oy alanları rektör olarak atardı. Aday olan öğretim üyeleri de en çok oy almak için proje yarıştırırdı. Bu projeler ve üniversitenin sorunları tartışılırdı. Toplantılara katılan öğretim üyeleri de adaylara bu tartışmalarda yol göstermiş olurdu.
Ne var ki bu durum Ahmet Necdet Sezer zamanında biraz değişti. Az oy alıp da, fikren Sezer’e yakın olanlar atanmaya başlandı. Nihayet bu yanlış bir etki- tepki meselesi olarak Gül ve Erdoğan döneminde daha fazla uygulanmaya başlandı.
Bu seçim garabetini Darbeden sonra Yükseköğretim sistemini organize eden İhsan Doğramacı getirdi.
1982 sonrası kanun tasarısında, YÖK devrede değildi. Üniversite öğretim üyeleri üç kişiyi seçecekti. Cumhurbaşkanı da bunlar arasından birini atayacaktı. O zaman Doğramacı mecliste kulis ve cumhurbaşkanına baskı yaparak YÖK’ü araya soktu. Bu şekliyle rektörlük seçiminde oy veren öğretim üyeleri piyon durumuna düşürüldü.
1980 darbesinden önce, Üniversiteler kendi rektörlerini seçiyordu ve seçimler de çağdaş bir anlayış içinde oluyordu. Adaylar tüm enerjilerini hizmet yarışı üstüne harcıyorlardı.
Öğretim üyelerinin seçtiği rektör, yine öğretim üyelerine karşı sorumlu olur. Üniversiteye dönük çalışır. Cumhurbaşkanının atadığı rektör, Cumhurbaşkanlarının siyasi ve ideolojik doğrultusunda göz doldurmaya çalışır. Bu kadar basit.