Başbakan Erdoğan, Lübnan da ‘’hoş geldin sultan‘’ pankartlarıyla karşılanmış. Başbakan da daha çok gaza gelmiş, İsrail’e yüklenmiş.
Doğu kültüründe, toplumda biat kültürü hakimdir. Batı da böyle bir tablo kimsenin aklına gelmez.
Başbakan AKP’li milletvekillerini topluyor. Bazı milletvekillerinin tabiriyle, milletvekillerine fırça çekiyor. Meclisin çalışma saatlerini belirliyor. Yani, yürütme, yasamayı da kontrol ediyor. Hiçbir milletvekili de ses çıkarmıyor.
Aslında demokrasinin olduğu yerde, biat kültürü olmaz… Türkiye’nin içine düştüğü çıkmaz, demokrasidir.
Eğer Türkiye de, milletvekillerini siyasi parti başkanları tayin etmeyip de, önseçimle halk seçseydi, Başbakan kimseye fırça atamazdı. Sorun varsa bunu tartışır, ikna yolunu denerdi.
Bu sorun yalnız AKP’ de değil diğer partilerde de aynı şekildedir. Milletvekili veya Belediye Başkanlığı adaylıkları, Genel Başkanların veya Genel Başkana yakın olanların iki dudağı arasında olduğu için, aday olmak isteyen bazı insanlar her türlü hokkabazlığı yapıyorlar. Şimdi bazı yeni isimler, baba, abi gibi hitaplar geliştirdi. Genel Başkanların arkasında koruma gibi hareket eden, parti yöneticileri ve milletvekilleri görüntüleri oluştu. İspiyoncular türedi.
Çağdaş Türkiye olmanın ön şartı, siyasette ve parti içinde demokrasiye geçerek, bu görüntüleri ortadan kaldırmaktır.
Öte yandan, siyasi iktidarlar, bazı işadamlarını ve bürokratları da yalaka yaptı…
Dikkat edersek, bazı işadamları ve özellikle bazı dernekler, siyasi iktidarın ne yaptığını görmeden yalakalığa başlıyorlar… Hükümet ve Başbakanı avuçlarına almak istiyorlar… Ancak menfaat beklentileri olduğu için tersi oluyor… Hükümet onları avucuna alıyor.
Menfaat beklentisi, devlet eliyle zengin olmanın getirdiği bir alışkanlıktır... Eğer Bill Gate gibi, bir buluşun tekeline sahip olmazsanız, normal piyasa koşullarında kısa zamanda zengin olmanız mümkün değildir… Kısa sürede Zengin olmanın iki yolu var… Ya kayıt dışı iş yapacaksın. Veya devletten imtiyaz alacaksın…
Daha 10-15 yıl önce piyasa ekonomisine geçen Rusya’ da, eğer şimdi dünyanın sayılı zenginleri varsa, nedeni devletin verdiği imtiyazlardır.
Türkiye’de, İkinci Dünya savaşı sırasında, karaborsanın önemli bir zenginlik kaynağı olduğu ifade ediliyor…
1970’ li yıllardan sonra, Seka’ dan kağıt tahsisi alanlar veya Karabük Demir-Çelikten tahsis alanlar, bu tahsisleri birkaç kat fiyatına fabrika kapısında satıyorlardı… Devlet bu yolla önemli rantlar sağlamıştı… O yıllarda bu rantların, Milli gelirimizin dörtte birine ulaştığını hesaplardık.
Yine 1983’ ten başlayıp, 2001 krizine ulaşan dönemde, banka imtiyazları dağıtıldı. Ve bu yolla bazı insanlar, halkın mevduatına el koydu…
Devlet eliyle zengin olmak, Osmanlıdan beri o kadar gelenek haline gelmiş ki, “Devletin malı deniz… Yemeyen domuz” diye de tekerleme yapılmış.
Gerçekte ise devletin malı yoktur… Devletin dağıttığı halkın malıdır… Yahut bu dağıtılanların maliyetini eninde sonunda toplum ödemektedir. Dağıtan siyasiler, tüyü bitmemiş yetim hakkını yemiş oluyorlar.
Ne var ki, 75 milyonun hakkını üç-beş yüz kişiye dağıtmanın dayanılmaz cazibesine kapılanlar, hangi siyasi parti gelirse gelsin, o partiye kapak atıyorlar… Kim başbakan olursa olsun, onu uçuruyorlar.
Çıkar lobileri o kadar ileri gidiyor ki, bazı siyasiler kendi kendine “Ben neymişim. Demek ki ben kendimi iyi tanımamışım…” diyor… Ve uçuyorlar…